Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ÖNCEKİ gün yıllardır gittiğim Metropolitan Müzesi’nde o meşhur merdivenlere oturan insanlara bir kez daha baktım. Yakın zamanda Türkiye’de olduğum için de hemen aklıma “Yassah hemşerim” mantığı geldi.

        Kendi mahallelerinden gençleri bile alışveriş merkezlerine sokmayan özel güvenlik merdivende oturmaya da izin vermezdi herhalde. “Neden?” diye sorulduğunda herhangi bir mantıklı açıklama yerine “Yasak” demekle yetinilir genelde. Biraz sorgularsanız basamaklara zarar gelmemesi için bu kuralların konulduğunu iddia edenler bile çıkabilir. Parklarda çimenlere basmamak da aynı mantığın ürünü.

        TAKSİM DOLMUŞLARI

        Halbuki şehirleri çarpıcı kılan, içinde yaşayan insanların ziyaretçilerle birlikte oluşturdukları spontane yaşam alanlarıdır. Met’i tasarlayanlar merdivenlerine insanlar gelip otursun diye planlamadı, bu gelenek kendi kendine böyle oluştu.

        Şehirde yaşayan insanların şehrin bir performans alanına dönüşmesindeki etkisi de yadsınamaz. Bizde bu renk epey bir süredir kayboldu. 2000’lerin başında Elmadağ’da breakdance’çılar türemiş, her akşam boş dükkânların önünde kendi kendilerine bir kültür yaşatıyorlardı. Beşiktaş sahilinde kaykaycılar, Akmar Pasajı’nda rock’çılar ve daha sayısını, adlarını hatırlamadığım onlarca alt kültür ortaya çıkıyordu. Depresyon hırkalı goth kızlar bile.

        Yakın zamana kadar bugün adlarını bildiğimiz birçok sanatçı karşı dolmuşlarıyla Taksim civarındaki barlarda birkaç şarkı söylemek için geliyor, AKM’nin yanındaki duraklardan “dolunca kalkacak” saatteki dolmuşlarla yine evlerine dönüyordu.

        BEKÇİ MESELESİ

        Şehirlerin değişmesi kaçınılmaz, ama bu değişim ilerleme anlamına gelmezse kültürel iklimi de öldürür. Karşı dolmuşlarının AKM’nin yanından kalkıp kalkmaması önemli değil, Taksim’e gelme sebebinin ortadan kalkması sorun. En basitinden bir 10 yıl sonra yeni bir Athena çıkmayacak demektir. Zira Taksim ortadan kalkarken yeni semtler, yeni spontane ifade alanları da açılmıyor.

        Doğal bir performans merkezine dönüşecek sokak da giderek kısıtlanan, kapanan, doğal yapısının aksine insanları dışlayan bir alana dönüşüyor. Sadece merdivenler ya da çimenlerle basmak yasak değil, bekçili yaşamla birlikte kaldırımlar da kamuya kapanıyor artık. Halbuki New York tarihine şehircilik üzerinde yazıları ve aktivizmiyle damga vuran gazeteci Jane Jacobs’a göre bol aktivitenin olduğu, gece gündüz insanların dolaştığı sokaklar çok daha güvenli. Küçük bir sokakta açılan dükkânlar, lokantalar ayak trafiğini artırdığı için mahalleyi gözlemleyenlerin sayısı da artıyor, sokak dış müdahale olmadan kendi kendini koruyor. Evinin camından sokaktakileri izleyen Jacobs gördüğünü bir “baleye” benzetmişti. Sokaktaki bale bir yana, bale salonu bile yok İstanbul’un.

        AKM, dönemin brütalist mimari akımının ürünü.

        BRÜTALİZM BİZİ BOZAR

        Prens Charles da brütalist mimarinin düşmanlarından. Kimileri bu binaların yıkılıp daha estetik, daha modern alternatiflerle değiştirilmesi gerektiğini savunuyor.

        Estetik sübjektif bir değerse, brütalist yapıların kendilerine özgü bir güzelliği olduğu unutulmamalı.

        Brütalist mimari, sanılanın aksine “brutal” yani “zalim” değil, Fransızca “beton brut”ten geliyor. Betonun işlenmeden kullanıldığı, yapıların süslenmediği ve fonksiyonun ön plana çıkarıldığı bir akım.

        Paris’teki Pompidou Center, Behruz Çinici’nin ODTÜ binaları ve de tabii ki Atatürk Kültür Merkezi meş- hur brütalist yapılara örnek.

        İkinci Dünya Savaşı sonrası hız kazanan akımın ürettiği binalar, yıkıntıdan çıkan devletin ayakta kaldığını da simgeliyor. Kaba ve ezici görünen bu dev yapılar önce estetikten uzak gözüktüğü için ivme kaybetti. 80’lerden sonra brütalist mimariye rastlamak çok mümkün değil, ama 2000’lerde daha yuvarlak çizgiler ve yeni bir yorumla dirilmeye başladı.

        Tam da 2000’lerdeki AKM tartışmalarıyla birlikte.

        İKİ KÜLTÜR MERKEZİ OLSA...

        23 yılda yapılmış bina 45 dakikada yanmıştı zamanında, şimdi yıkımı kim bilir ne kadar sürecek AKM’nin. Tıpkı Berlin’deki Kino International gibi her gittiğimde etkilendiğim bir yapı.

        Şimdi eski fotoğraflara bakıyorum ve içerideki mobilyalar, lambalar, dış cephesindeki demir panolardan yine etkileniyorum.

        Meşhur yangından sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde Nadir Nadi, “Kanalizasyonu olmayan bir şehirde opera binasının ne işi var?” diye sorup onarımında halkın parasının kullanılacak olmasını eleştirmişti.

        Bugün AKM’nin yıkılmasına karşı çıkanlar da “AKM kalsa ama ikinci bir kültür merkezi daha yapılamaz mıydı?” diye soruyor.

        Yıllar içinde kanalizasyon sorunu kalmadı İstanbul’un ama kültür sorunu sürüyor. Sonuçta şehirlerin kaderini toplumların arzusu dikte ediyor. Küçük bir kültürel elitin (ki varlıkları çok önemli) dışında kültür merkezine ya da genel olarak kültüre yaygın bir talep olsaydı ikinci bir bina yapılırdı, emin olun. Ama ne yazık ki tepeden tabana bu duyarlılık inmedi, elitler kendi içine kapattı ve halkı eğitemedi. Belki de kendilerinin kültür sevgisi de sadece kozmetikti. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi’nden bile görüyoruz ki aydınlık insanlar bile kültür merkezini küçümsemiş, kanalizasyonu önemsemiş.

        Londra’daki Alexandra Road Estate’te birçok film çekildi.

        LONDRA'NIN SİMGESİ?

        GEÇEN hafta Londra’daki Alexandra Road Estate’e gittim. Brütalist mimarinin en çarpıcı örneklerinden bir toplu konut projesi...

        İngiliz polisiye dizi “Spooks”u, Jude Law’ın oynadığı “Breaking and Entering” filmini ya da “Kingsman”i izleyenler bu bölgeyi hemen tanıyacaktır. 1970’lerde tamamlanmasına rağmen distopik bir bilimkurgu filminin seti olabilir hâlâ. Tek bir cephede camları bulunan evlerin önünden yürüdüğünüzde eskiyen, lekelenmiş betonların rengi Londra’nın gri havasıyla buluşuyor ve tüyler ürpertici bir film setine dönüşüyor burası.

        Gençler sokakta kaykay yapıyor, kendi tasarladıkları kıyafetleri ya da ikinci el markaları bavul ticaretiyle satıyorlar. Londra gibi paranın sözünün geçtiği, ayrımların çok net hissedildiği bir şehirde ekonomik eşitsizliği bu evlerde de görmek mümkün. Şehrin estetiğinden çok uzak ama kendi kimliğini koruyan bir yapılaşma. Bir Buckingham Sarayı değil, ama burası da bir kent simgesi.

        Ekleyeyim; tek turist ben değildim.

        Diğer Yazılar