Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Belli aralıklarla, dolap raflarındaki kitaplarımı bir düzene sokar, böylece aradıklarımı kolayca bulur mutlu olurum derken aradan bir süre geçer bir de bakarım ki aradığım hiçbir kitap daha önce bıraktığım yerde değil, her kitabın yeri değişmiş, karma karışık bir hal almıştır kütüphanem. Çoğu yazar, bu karmaşıklığı sever. Aradığını bulmanın sevincini yaşamak için bile bile kütüphanelerini dağınık tutan yazarlar da var ama ben onlardan değilim, elimi uzattığım kitap elimin altında bulunsun isterim.

        Yine böyle bir toparlama faaliyeti içindeydim. Elimi uzattım, kitap yığının içinde Attila İlhan’ın “Duvar” kitabı geldi elime.

        Hayır şu anda piyasada bulunan baskılarından bir baskı değil; Salim Şengil’in sahibi bulunduğu Dost Yayınları’nın 1959 yılının Ekim ayında 500 adet bastığı, kapağında sadece kurşun yerinden sızan kanın kırmızı gösterildiği Rauf Alazan tarafından çizilmiş, vurulmuş bir adamın siyah beyaz karakalem resminin bulunduğu ikinci baskısı… Vakti zamanında bir sahafta bulmuş, bir hayli pahalı olan fiyatına bakmadan almıştım. Şairin ilk kitabı olan “Duvar”ın birinci baskısını görmedim. Şair, ilk baskıyı 1948 yılında Işıl Matbaasında kendi imkanlarıyla bastırmıştı, yine kendisi, kucağında kitaplarla Beyoğlu’ndaki kitapçıları teker teker dolaşarak dağıtmış, kitap beklenen başarıyı yakalayamamış, bu yüzden ikinci kitabı olan “Sisler Bulvarı” altı sene sonra 1954 yılında yayınlanmıştı. Bendeki ikinci baskıya Mart 1959’da şair bir önsöz yazmış, “başlangıçta daima şairler vardı” başlığını taşıyan bu önsöz kitabın daha sonra yapılacak olan onlarca baskısında da yer alır.

        Bu önsözde Attila İlhan, bu kitaptaki şiirlerin ikinci cihan harbinin “sertliğini ve hainliğini etinde duymuş bir harp delikanlısının şiirleri” olarak nitelendirir. Bu şiirler yazıldığında her yerde harp vardı, biz harbe girmemiştik ama “sahillerimize asker cesetleri vuruyor”, “yanan şehirlerin kokusu bize kadar geliyor”, kesif barut kokuyordu her yer, dünya adeta delirmişti.

        İşte o akıl tutulması içinde bir şair ses veriyordu bu şiirlerle. Kendi kendinin mahvını getiren insanın günün birinde tekrar aklıselime döneceğine, kendi aklıyla yarattıklarını kendini yok etmek için değil yüceltmek için tekrar kullanabileceğine inanan bir şair…

        Dünya böyle bir çılgınlık halini yaşarken, içerde de kapkaranlık, koyu bir faşizm hüküm sürüyordu. Şairin deyimiyle bu kitaptaki şiirler o “yıllardan savrulup” geliyorlar. “Sıkıyönetim’den, askeri mahkeme sanıklığından, Sansaryan Han’daki dar hücrelerden…” Bir şairler kuşağı vardı o yıllarda, “yokluk ve çarpıntıyı göze” almışlardı, harp çocuklarıydı hepsi; “öncülük” girişimlerini bir hayli pahalı ödediler. “Çok şair eskidi” bu yolda.

        Kitaba adını veren “Duvar” şiirini “ikinci dünya savaşı içinde kahredilen bütün dünya duvarları için yazdığını” belirtir Attila İlhan.

        Şiirde iki duvar konuşur. “Hiç güneş görmemiş” iki duvar… Tahtakurusundan “yüzleri benek benek” iki duvar… Sineleri kanar, kelepçeden bilekleri kahrolmuş, ölüm korkusundan sıyrılıp çıkmış, sırtında dilim dilim yaralar… “kucağı terkedilmiş bir yatak gibi kirli ve soğuk” ve o kucakta “kasırgalı insanlar”… “Gözleri ağlamayı bilmeyen” o duvarlar, kendilerine teslim edilmiş “dev yumruklu çocukların” getirilip götürülmelerine şahit olurlar. “Onlar hep dökülür” ayakta kalır duvarlar, temelleri kanla beslenmiştir duvarların ama uzamazlar, getirip dizerler önlerine insanları, ellerinden bir şey gelmez, çaresizliklerinden utanırlar hatta, bedenleri geçen, bedenlere isabet etmeyen kurşunlar o duvarları yaralar.

        “o düştü biz yine ayakta kaldık

        halbuki ne kadar yorgunuz

        öyle bakmayın bu yaralar şerefli yaralar değil

        ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz”

        *

        Türk edebiyatında, özellikle Türk şiirinde en çok kullanılan imgenin “duvar” imgesi olduğunu söyler bu mevzuya kafa yormuş olanlar. İsmet Özel’e göre, “padişahından çobanına şair bir milletin” İstiklal Marşı’nın da içinden ister istemez geçer duvar. Batının ufuklarını çelik zırhlı duvarlar sarmışsa da bizim “iman dolu göğsümüz” var! Akif ulusuna “korkma, medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarın böyle bir imanı boğması imkansızdır” diye seslendiğinde onun sesine o marşın kabulünden dört sene sonra 1925 yılında Nazım Hikmet sesini katar. Nazım Hikmet, “İzmir’den Akdeniz’e dökülen ve yakında Bombay’dan Hint denizine dökülecek olan emperyalizmin şarkı saran duvarı hakkında” meşhur “Duvar” şiirini yazar:

        “O duvar

        o duvarınız,

        vız gelir bize vız!...

        Bizim kuvvetimizdeki hız,

        ne bir din adamının dumanlı vaadinden,

        ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır.

        O yalnız

        tarihin o durdurulmaz akışındandır.”

        *

        “Duvar” imgesi en çok ikinci yeninin önemli şairleri Sezai Karakoç, Edip Cansever, İlhan Berk, Turgut Uyar, Cemal Süreya ile Ülkü Tamer’in şiirlerinde var. Bu şairlerin şiirlerinde duvar, çoğunlukla bir metafordur. İnsan ki çevresine duvar örer. Dört duvar arasında yaşar, uyur, sevişir, yazı yazar. Hayatın muhasebesini dört duvar arasında yapar. Duvar dibinde hesap verir, duvar dibinde dizilir kurşuna. Duvarlar, insanın hayata karşı ördüğü zırhlardır. İnsan çoğunlukla kendi ördüğü duvara çarpar. Duvar örerek korunur istiladan, en çok duvarın arkasındaki şeyleri merak eder. Hapishane duvarına bakarak şiir yazar, bahçe duvarını aşarak rüştünü ispatlar, kışla duvarları arasında gün sayar. Bir odaya girdiğinde insan önce duvarlara bakar, hangi duvara hangi resmi asacağını hesaplar, zira boş duvarlar yankı yapar. Dört duvar arası, inzivaya çekilme mekanlarıdır. Kapısını kapatabilmek, istediğine açabilmek, girip çıkmak, sığınabilecek dört duvara ihtiyaç duyar. Edip Cansever, “Anış” şiirinde;

        “Son vapura kadar beklerdim her akşam,

        Beyaz badanalı duvarın önünde.

        Bir başka kokusu vardı duvardan sarkan gölgelerin;

        Fıskiyenin yeni sulanmış ağaçların,

        Bir garip anlatışı vardı çocukluğuma.

        Yorgun düşerdi köşe başındaki evler,

        Avuçları güneşle dolu insanları seyretmekten” derken, Sezai Karakoç “Taha” şiirinde; beton yığınına dönüşen şehirlere gönderme yapar:

        “Hey Taha dur nereye gidiyorsun?

        Bir taş var orada sınırı geçiyorsun

        (…)

        Beton atıyorlar, taş biriktiriyorlar

        Duvarlar çetin pencereler yüksek

        Gittikçe kapanıyoruz içimize

        Duvarlar duvarlar duvarlar

        Duvarlarla çevrilerek”

        Edip Cansever “Uyanış” şiirinde;

        “Uyanıyorum uyanıyorum

        Dört duvar

        Evet, dört duvar

        Peki, duvarın arkasında ne var?

        -Ne olsun duvarın arkasında

        Yıkanmış, arınmış bir gök

        Köpük köpük bir dünya” der.

        İlhan Berk duvarın varlık nedenini şöyle açıklar:

        “Doğası gereği duvar her şeyi sorgular:

        -Duvarın gerisinde ne var?

        Bu bahçe duvarıysa, bahçeyi; evse evi evin içini sorgular.

        Böylece duvar ta baştan gizlilik eğretilemesi örer.

        Bunu da merak böceklerini ileri geri sürerek yapar.

        Her duvar bunu yüklenir.

        Giderek de gizlilik duvarın handiyse varlık nedeni olur.

        Duvar elbet bunun ayrımında değildir.

        Bilmez de bunu.”

        1966 yılında Varto’da meydana gelen korkunç deprem sırasında Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen yardım balyaları arasında “süttozu” ile “sutyen” de çıkar. Adam, payına düşen “süttozuyla” evinin duvarlarını badana etmeye kalkışır, karısı da “sutyeni” kışın kulaklık olarak kullanmak üzere saklar. Bu durum Cemal Süreya’nın “Afyon Garı’nda Ev” şiirinde şöyle bir yer tutar:

        “Afyon Garı’ndaki küçük kızı anımsa, hani,

        Gönderilmiş bir kutu süt tozunu ve sutyeni

        Adam süt tozuyla evinin duvarlarını badana etmişti

        Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sutyeni”

        “O gördüğün yüksek bir duvardır, sen onun eğildiğine bakma” der Ülkü Tamer de. Duvarın en fenası insanın içine ördüğü duvardır.

        Şu parça, kudretli romancı Hasan Ali Toptaş’ın bir romanından:

        “..öyle sağlam duvarlar örer, öyle iyi ustalar oluruz ki zamanla içimize ördüğümüz duvarlar gün gelir ete kemiğe bürünür. Kolları bacakları gözleri hisleri ve lisanları da olur. Biz gittikçe üstümüze gelen ya da önümüzden iki adım gerileyip üzerimize bir adım gelen. Onları noksanlıkların harcından yaptığımızdan öyle sağlam ve görkemli olurlar. Dokunamadıklarımızın teninden, gidemediklerimizin uzaklığından, söyleyemediklerimizin dilinden, göremediklerimizin özleminden, gölgelerimizden yaparız o duvarları ve gün gelir bizden de akıllı olur iç duvarlarımız. Korkularımızı, endişelerimizi kuytularımızı iyiden iyiye bürünürler ve hükmetmeye başlarlar ustalarına. Ustalar eğilir duvarlarının önünde ona sunaklar adar ve çoğaltır yeni noksanlıklarla duvarın boyunu posunu karartır rengini giderek. Çeviririz hayatımızı iç ellerimizin ustalığıyla ördüğümüz iç duvarlarla. Sonra yıkmak öyle kolay da olmayacaktır yine ustalık isteyecektir öte tarafı görmek duvarlarını aşmak. Bildiğin her şeyi unutmak ya da noksanlıkları biriktiren o ustayı artık öldürmen bile gerekebilecektir. Bir iç intihar da denebilir buna. O ustayı o duvara adanan son noksan olarak. Ustadan pencere devşirerek.”

        *

        İnsanoğlu, hep dışarıdan gelen tehlikelere karşı örmüş duvarları. Kale duvarları, şehirleri çevreleyen surlar, düşmanına karşı taştan örülen zırhlardır. Her defasından dışarıdan gelen akınlar, bu duvarların dibinde durmuş. Tarihin gördüğü en geçilmez duvarının dibine, İstanbul şehrindeki surlara Fatih karadan gemi yürüterek vardı. İstanbul surlarının duvarlarını aşan aynı Fatih’in torunları bu kez Viyana’da başka bir duvara çarparlar. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa şehrin surlarını, alttan hendek kazarak aşmaya kalkışır. Lağımcılar köstebek gibi girerler toprağın altına, kazarlar, kazarlar ama gelin görün ki otuz bin kişilik ordu tünellere girdiğinde şiddetli bir yağmur yağar, sel olur; Kara Mustafa Paşa’nın lağımcılarının kazdığı toprak binlerce yeniçeriye mezar olur, bozgun başlar, dönüş yolunda iki rekât namaz kıldıktan sonra güzel başını bal dolu bir torbanın içinde o sırada av peşinde koşan Dördüncü Mehmet’e gönderir paşa...

        Osmanlı orduları, Viyana önlerinde bir duvara çarparlar, “gerileme devri” dedikleri devir bu hadiseyle başlar.

        *

        Çin Seddi’nden, Hadrianus Duvarı’na kadar tarih boyunca örülmüş olan bütün meşhur duvarların tek bir amacı vardır; kendilerini dışarıdan gelen akınlara karşı muhafaza etmek! Ancak, 1961 yılının Ağustos ayında inşa edilmiş olan Berlin Duvarı var ki, bu duvarın amacı o şehirde yaşayan insanların dışarı çıkmalarını engellemekti. Bu duvar bir zorbalık eylemi olduğu gibi, o duvar olmasa o şehirde yaşayanların başka bir yere kaçabileceklerinin de itirafı...

        İşin ilginç yanı ise, “duvar” metaforuyla bir yığın şiir yazmış, resim yapmış, film çekmiş, roman yazmış solcu bir iki kuşağın bu korkunç duvar karşısında susmaları, sumakla yetinmeyip o duvarı, “emperyalizmle aralarına çekilmiş” haklı bir set olarak görmeleriydi…

        12 Eylül zulmünden kaçan birçok komünist partisi mensubu da tepesine tel örgüler takılmış, dibine mayın ekilmiş, aşmak için yüzlerce kişinin can verdiği o korkunç duvarla çevrili Doğu Berlin’e sığınıp oradan özgürlük türkülerini söylemeye, şiirler, romanlar yazmaya başladılar.

        Günün birinde o şehirde yaşayanlar “o duvar, o duvarınız/vız gelir bize vız” dediler ve yıktılar duvarı. Komünizm uygulamasıyla, fikriyle, şiiriyle, romanıyla, resmiyle, müziğiyle o duvardan çıkan moloz yığınlarının altında kaldı.

        O gün bugün can çekişiyor!

        *

        Attila İlhan “Duvar” kitabında; harpten sonra yaşanacak güzel günlere inan bir delikanlının hissiyatını şiire dökmüştü. Savaş sonrasında insanlığa mutlu bir hayat vaad edenler Avrupa’nın tam ortasına bir “utanç duvarı” ördüklerinde, şairin birkaç sene önce “biz duvarız neyleyelim gözlerimiz ağlamayı bilmez” dizesini yazdığından bihaberdiler.

        “Duvar”ı bir süre karıştırdım, sonra onu şiir kitaplarını dizdiğim rafa yerleştirdim şefkatle.