Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'Kehanet'in başladığı yerdeyiz

        ‘Omen: İlk Kehanet’ (The First Omen), ‘The Omen’ serisinin altıncı halkası. Yeniden çevrim veya hikâyeyi ileri götüren bir devam filmi değil. 1976’da seriyi başlatan ‘Kehanet’in (The Omen) öncesinde yaşananları anlatan bir ‘prequel’…

        Ben Jacoby’nin öyküsünden, yönetmen Arkasha Stevenson, Tim Smith ve Keith Thomas tarafından senaryolaştırılan film, bazı yanlarıyla serinin önceki örneklerinden keskin şekilde ayrılıyor. Evet, açılış sahnesi dahil, doğaüstü güçlerin devreye girdiği, korkunç ve gizemli ölümler yine gerçekleşiyor ama sayıları önceki filmlere göre sanki biraz daha az. Ölümlerin peş peşe sıralandığı kanlı bir şovdan ziyade, dönem duygusunun ve karakterlerin öne çıktığı, psikolojik yanı ağır basan bir korku - gerilim seyrediyoruz. Serinin antagonisti Damien’ın henüz dünyaya gelmemiş olmasının, senaryo yazarlarını öykü formatında daha özgür kıldığı belli oluyor.

        Serinin ilk filminden tanıdığımız huzursuz rahip Brennan’ın (Ralph Ineson) yer aldığı, olayların nereye doğru gideceğini hissettiren karanlık açılış sahnesindeki gerilimi bir yana bırakırsak; ‘Omen: İlk Kehanet’, ABD’den gelen genç rahibe adayı Margaret Daino’nun (Nell Tiger Free), gündüz vakti Roma havalimanına inmesiyle başlıyor. Korku filmlerinden ziyade komedilerden aşina olduğumuz İngiliz aktör Bill Nighy’nin canlandırdığı şefkatli ve babacan Kardinal Lawrence karşılıyor onu. Margaret’in temiz kalbi, hikâyeyi aydınlık kılan önemli bir unsur. Çalışmak üzere geldiği Vizzardeli Yetimhanesi’nde koşup oynayan çocuklar da öyle… Ama Margaret’in gizemli bir tehdidin hedefi olduğunu sezmekte pek gecikmiyoruz. Roma’da kaldığı ilk gece oda arkadaşı Luz Valdez (Maria Caballero) gelmeden önce gördüğü halüsinasyon veya kâbus, filmin en iyi korku sahnelerinden biri. Kısa ve etkili… Margaret’ın Vizzardeli’de güvende olmadığını hissettiren sahnede, duvarda asılı rahibe giysisi, yakın gelecekte olacakları önceden haber veren bir simge… Öte yandan, aynı gece diskoda kendini kaybetmesini ve sabah hiçbir şey hatırlamamasını, Margaret’in içindeki karanlığa dair bir uyarı olarak değerlendirmek mümkün.

        ‘Rahibe adayı Margaret ve disko dansı… Ne alaka?’ derseniz; ‘Omen: İlk Kehanet’in en ilgiye değer yanlarından birinin bu ‘alaka’, yani iki ayrı dünyanın kesişmesi olduğunu söyleyebilirim. Oda arkadaşı Luz, rahibe olma yemini edip kapanmadan önce son kez felekten bir gece çalmayı öneriyor Margaret’e. ‘Rahibe giysisini çıkaralım ve diskoya gidip eğlenelim’ diyor. 1970’lerin popüler kültürünün simge mekânı diskoya giden çömez rahibe adaylarının orada tanıştıkları iki erkekle dans edip eğlenmesi, kuşkusuz filmin ilk bölümünün en şaşırtıcı sahnelerinden biri. Gerçi Margaret’in kendinden geçmesinin sonuçlarını tam olarak göremiyoruz ama diskonun karanlığa açılan kapı olarak karşımıza çıkmasını, filmin muhafazakâr alt metninin göstergesi olarak okumak mümkün. Ama peşin hükümlü olmamak, biraz sabretmek gerek. Tıpkı filmin, 1970’lerin politik iklimine bakışında olduğu gibi…

        İtalya’daki dönemin sol hareketlerinin yaptığı sokak gösterilerine birkaç sahnede yer veriliyor. Margaret’in Roma’ya geldiği ilk gün otomobilin içinde şehri hayranlıkla seyretmesi, göstericilerin varlığıyla sekteye uğruyor mesela. Başka bir sahnede, Margaret’in eylemcilerin arasında kalıp kendinden geçmesi ve korkutucu kabuslar görmesini de hesaba kattığımızda, ‘Omen: İlk Kehanet’in düzen karşıtı sokak eylemlerini kötülüğün beslendiği bir tehdit olarak kodladığı iddia edilebilir.

        Ne var ki, filmin bütününü düşündüğümüzde, ‘Omen: İlk Kehanet’in, Kilise ve seküler hayat ilişkisine farklı bir açıdan baktığını görüyoruz. Önceki filmlerde Damien ve onun destekçileri, açıktan açığa Kilise karşıtı bir harekettir. Bir yanda Kilise’nin temsil ettiği inanç, diğer yanda Kilise düzenini yıkmaya çalışan Şeytan durur. Damien’in yükselişi ile seküler hayatın yaygınlaşması, dinden uzaklaşılması arasında paralellik vardır. Kaldı ki, ilk ‘Kehanet’, 1980’lerde yükselişe geçen muhafazakâr iklimi önceden haber verir.

        Yeni film ise özgür düşüncenin güçlenmesini istemeyen bağnazlığa çekiyor dikkatimizi. Böylelikle kötülüğün asıl kaynağı seküler hayat değil; yobazlık ve dinsel fanatizm olarak ortaya konuyor. Şeytan ise kitleleri korkutarak dine döndürmenin, seküler hayattan uzaklaştırmanın araçlarından biri…

        Filmin bir diğer alt metni, aynı yobaz zihniyetin kadın düşmanlığıyla ilgili... Hatta hikâyenin alt metinlerinin cinsel taciz, zorla doğum ve kadınların kürtaj haklarının ellerinden alınmasına kadar uzandığı söylenebilir. Margaret’in yetimhanede gözetim altında tutulan ergen Carlita Scianna’ya (Nicole Sorace) sahip çıkmasını unutmayalım. Farklı karaktere sahip, sürüden uzak kalan, psikolojik sorunları olan kızların Kilise tarafından ‘zorla iyileştirilmesi’, yani kilit altında tutulması geleneğine karşı koymaya çalışıyor Margaret. Yetimhanenin yöneticisi rahibe Silva (Sônia Braga) ise otoriter, fanatik yaklaşımı temsil ediyor.

        Yönetmen Arkasha Stevenson, ilk uzun sinema filminde profesyonel bir iş çıkarıyor; korku gerilim janrının hakkını veriyor. Hiç aceleye getirmeden karakterleri ve yan öyküleri geliştirmeyi başarıyor. Uzun süre kötülüğün tam olarak nereden ve nasıl sökün edeceğini anlamadığımız bir akışı var filmin. Margaret’in izlediği gerçekle hayalin birbirine karıştığı doğum sahnesi dahil iyi çekilmiş birçok gerilim sahnesi görüyoruz. Kanlı dehşetli sahneleri de ucuz estetikten uzak durarak çekiyor. Stevenson’un başarısının asıl sırrı, korku şovundan ziyade hikâye anlatımına, alt metinlere ve özellikle karakter gelişimine önem vermesi... Film boyunca çeşitli ikilemlerde kalan, dekolte giysiyle diskoya gitmekten, Carlita uğruna otoriteyle çatışmaktan kaçınmayan genç Margaret, karşılaştığı sorunlarla baş etmek için elinden geleni yapıyor. Filmin sonlarına doğru artık Amerika uçağından inen o toy kız olmadığını, sürecin onu olgunlaştırıp güçlendirdiğini gözlemliyoruz. Kendisi için yazılan kaderi kabullenmiyor; sürü psikolojisine kapılmıyor, itaat etmiyor. Özetle, Stevenson türün gereklerini yerine getirirken derinlikli bir karakter portresi sunmayı ihmal etmiyor. Bu arada, genç oyuncu Nell Tiger Free’nin karakteri inandırıcı ve sahici kılmakta önemli payı olduğunu atlamayalım.

        Aaron Morton’un pastel tonlara, kahverengi ile asarı arasındaki renklere ağırlık verdiği, 1970’ler duygusunu veren görüntü yönetimi ile Mark Korven’in müziğinin altını çizmek gerek. Oyunculuklar da korku filmlerinin genel seviyesinin üstünde.

        Arkasha Stevenson’un seriye anlamlı bir kadın dokunuşu getirdiği ‘Omen: İlk Kehanet’in 1960’lardan kalma ünlü bir korku gerilim klasiğiyle akraba olduğu kesin ama adını anmaktan yana değilim. Çünkü o zaman son bölümde olup bitenleri tahmin etmek kolaylaşabilir. Gerçi, korku sinemasının klişelerini bilen dikkatli seyirciler için olup bitenleri önceden kestirmek çok zor değil ama yine de tadını kaçırmak istemem.

        ‘Omen: İlk Kehanet’in dram yanının çok derinlikli olduğunu öne süremem ama hikâye ve karakterler açısından serinin bence en iyi filmi. Kuşkusuz, gösterime girdiği yıl çok ses getiren ilk filmin korku gerilim sinemasındaki popülerliği ve ikonik yanlarıyla rekabet etmesi mümkün değil. Ama türü sevenler ve ‘Kehanet’in nasıl başladığını merak edenler için iyi bir seçenek olduğu kesin.

        6.5/10